Politikanın Gizli Dili | Renklerin Sembolizmi
Renkler sadece estetik tercihler midir, yoksa çok daha derin bir anlam dünyasının taşıyıcıları mı? Bu yazıda, renklerin politik sembolizmini mercek altına alıyoruz.
Hiç düşündünüz mü? Neden bazı partiler kırmızıyı, bazıları ise maviyi seçer? Neden devrimler hep bayrak değişimiyle başlar ve bu yeni bayraklarda mutlaka belirli renkler tercih edilir? Renkler sadece estetik tercihler midir, yoksa çok daha derin bir anlam dünyasının taşıyıcıları mı?
Bu yazıda, renklerin politik sembolizmini mercek altına alıyor; tarihsel bağlamlar, ideolojik çağrışımlar ve kültürel kodlar üzerinden renklerin nasıl birer politik araca dönüştüğünü inceliyoruz.
Hazırsanız başlayalım… :)
Görsel kültürün egemen olduğu çağımızda, renkler yalnızca estetik tercihler değil; kimlik, aidiyet ve ideolojik duruşun da güçlü simgeleri.
Siyasi hareketlerin bayraklarında, parti logolarında, miting sahnelerinde ve hatta giyilen kıyafetlerde tercih edilen renkler, tesadüfî değil; tarihsel, kültürel ve psikolojik bir arka plana sahip.
Bu bağlamda renkler, siyasetin hem “dili” hem de “hafızası”.
En dikkat çekici, en dramatik ve en çok tartışma uyandıran renklerin başında ise tahmin edersiniz ki “kırmızı” geliyor. :)
Kırmızı
Kırmızı, politik sembolizmde en güçlü anlam katmanlarına sahip ve insanlık tarihinde belki de en erken sembolik anlam yüklenen renk.
Neandertallerin cenin pozisyonunda gömdükleri ölülerine kırmızı toprakla yapılan boyamalarla başlayan bu geleneğin, modern zamanlarda ideolojik bayraklara evrilmesi, kırmızının temsil ettiği şeyin daima “hayatın kıyısında” olmasıyla ilgili aslında: ölüm ve yaşam arasındaki o dramatik eşiğin temsili…

Kırmızı aşı boyası — yani hematit— dünyanın birçok coğrafyasında, farklı dönemlerde ortak bir ritüel malzemesi olarak kullanıldı. Kırmızı toprak, hem doğurganlığı hem ölümü hem de yeniden dirilişi temsil ediyordu. Avustralya’dan Güney Amerika’ya kadar uzanan yerli topluluklarda, bedenin kırmızıya boyanması erginlenme, yeniden doğma ve kimlik kazanma ritüellerinin temel unsuruydu. Kırmızı burada yalnızca bir renk değil, bir geçişin, dönüşümün ve kabulün işaretiydi.
Hint yogasında ise kırmızı, “Muladhara” yani kök çakra ile ilişkilidir. Bu çakra, insanın dünyayla kurduğu bağın merkeziydi. Kırmızının titreşiminin; güven, kararlılık ve hayatta kalma arzusu ürettiğine inanılıyordu.
Aynı şekilde, Eski Mısır’da da tanrı Thoth’un MÖ 2000’lere kadar tarihlenen kromoterapi (renk terapisi) uygulamalarında kırmızı renk öncelikli olarak kullanılmıştı.
Bunun yanında kırmızı, mitolojide özgürlüğü temsil ediyordu. İskandinav Bifröst efsanesinde üç renkli köprünün kırmızı bölümü “özgür bireyleri” simgelerken, toplumun farklı sınıflarını ayıran bu renk hiyerarşisi, aynı zamanda kırmızının sosyal ve politik bir iddiaya da işaret ettiğini gösteriyordu.
Kırmızı rengin dişil simgelerle olan bağlantısı da çok eski. Kadının doğurganlığı, kanı ve toprağın bereketi ile kurulan bu bağ, kırmızıyı yalnızca ölümün değil, aynı zamanda yaşamın da rengi yaptı. Bu nedenle birçok toplumda kadının evlilik ritüellerinde — örneğin kına, kuşak, duvak gibi uygulamalarda — kırmızı hâlâ merkezi konumda. Anadolu’dan Hindistan’a kadar uzanan bu sembolizm hattını ve kırmızının kolektif bilinçdışıyla kurduğu bu kadim ilişkiyi hala görmek mümkün.
Ancak bu anlam zamanla dönüştü. Ana Tanrıça kültürünün yerini savaşçı, ataerkil düzen alınca, kırmızı rengin de anlamı evrim geçirdi. Artık bu renk doğurganlıktan çok savaşı, doğumdan çok ölümü temsil etmeye başladı.
Roma’da kırmızı, düşman üzerinde saygı uyandıran; savaş tanrısı Mars’ın ve erkek egemen imparatorlukların rengi haline geldi.
Modern siyasette ise kırmızı, heyecan, harekete geçirme, cesaret ve tutkunun sembolü olarak büyük ölçüde sosyalist ve devrimci hareketlerle özdeşleşti.
Fransız Devrimi sırasında kırmızı, Jakobenlerin gücünü ve halk hareketini simgeledi.
Ardından 1917 Ekim Devrimi sırasında Bolşevikler kırmızıyı devrimin ve işçi sınıfının rengi olarak benimsedi. Sonrasında da sosyalist ve komünist partilerin bayraklarında ve sembollerinde kırmızı renk hâkim olmaya başladı.
Che Guevara’nın fularından Türkiye’deki sol partilerin amblemlerine kadar birçok örnekte kırmızı, mücadeleye, cesarete ve halkın kanına atıfla kullanıldı.
Ancak bu renk bir yandan bastırılanların sesi, ezilenlerin çığlığı olurken; diğer yandan sistem için tehdit ve aşırılık, otorite için ise kırmızı alarm anlamına geldi.
ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin seçim haritalarında kırmızı renkle temsil edilmesi ve kırmızının onların keskin, muhalif ve tutucu politikalarını simgeliyor oluşunun yanı sıra Soğuk Savaş döneminde Amerikan kamuoyunda Rusya için “Red Scare” (Kızıl Korku) tabirinin ortaya çıkması, tam da bu çift anlamlılığı vurguluyordu.
Mavi
Mavi genellikle serinkanlılık, düzen ve güven duygularını çağrıştırır, göğün ve denizin rengi olarak, sonsuzluğun, erişilemez ve ilahi olanın sembolüdür.
Mavinin doğaya ait bu yüce referansları, onu tarih boyunca kutsal, kraliyetle ilişkilendirilen ve ideolojik olarak ‘düzenin’, ‘aklın’ ve ‘otoritenin’ rengi haline getirdi.
Aslında mavinin sembolik gücü tarihsel olarak gecikmeli bir görünürlük kazandı. İlginçtir ki, pek çok antik uygarlıkta — özellikle Eski Mısır, Antik Yunan ve Mezopotamya’da — maviye nadiren rastlanır. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında deniz “şarap koyusu” olarak betimlenirken, gökyüzü hiç mavi olarak tanımlanmaz.
Bunun nedeni sadece kültürel değil elbette, aynı zamanda teknolojik de: Mavi pigmentin doğada nadir oluşu ve üretim sürecinin zorluğu, onu maddi anlamda da ulaşılmaz kılmıştı.
Ancak Eski Mısırlılar, lapis lazuli taşını kullanarak ilk yapay mavi pigmenti ürettiler — bu taş, yalnızca zengin ve soyluların erişebildiği, kutsal objelerde ve mezar süslemelerinde kullanılan bir malzemeydi. Mavi, burada yalnızca bir renk değil; tanrısal güce, korumaya ve öte dünyaya dair bir göndermeydi.
Orta Çağ Avrupa’sında ise mavi, Meryem Ana’nın örtüsüne işlenen bir kutsiyet kazanarak Batı Hristiyanlığı’nda temizliğin ve sadakatin rengi haline geldi. 12. yüzyıldan itibaren Fransa kralları tarafından da kullanılan “Kral Mavisi” (bleu royal) monarşik gücün simgelerinden biri oldu. Aynı zamanda Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan üç renkli Fransız bayrağında da beyaz ve kırmızıya eşlik eden mavi, hem soyluluğu hem de halkı aynı anda temsil ediyordu; böylece mavinin anlam içeriği de giderek başkalaştı ve hibrit bir ton kazandı.

Modern ulus-devletlerin inşasında, liberal demokrasi anlatısında ve muhafazakar çevrelerde mavi, düzeni, yasayı, rasyonaliteyi ve istikrarı temsil etmeye başladı.
Bu yüzden günümüzde merkez sağ ya da muhafazakâr-liberal partilerin pek çoğu bayraklarında, logolarında veya propaganda malzemelerinde maviyi sıkça tercih eder. Mavi burada hem güven veren, hem mesafeli duran bir iktidar figürü oluşturur.
Öte yandan mavi aynı zamanda “sistemin de rengi” oldu. Bürokratik kurumsallık, polis üniformaları, Avrupa Birliği bayrağı… Hepsi, maviye yüklenen düzen ve otorite anlamını pekiştirdi.
Psikolojik olarak huzur, dinginlik ve güven telkin eden mavi, polis üniformalarında, bankaların logolarında ve sağlık kuruluşlarında yaygın biçimde karşımıza çıkmaya başladı. Ancak bu “güven” duygusu çoğu zaman aynı zamanda itaat, disiplin ve kontrol çağrışımlarını da beraberinde getirir. Mavi, bu anlamda neoliberal düzenin makyajlı otoritesidir: Sertliği örtülmüş, yumuşatılmış, görünürde sakin ama derinlerde “denetleyici”…
Mavi aynı zamanda uzak olanın, “idealize edilmiş” olanın rengidir. Gökyüzü her zaman oradadır, ama asla dokunulamaz. Bu nedenle ütopya, umut ve beklenti de çoğu zaman maviyle temsil edildi. Pablo Picasso’nun “Mavi Dönem”i gibi sanatsal temsillerde melankoli ve içe dönüklük mavinin psikolojik karşılığını verdi. Politik olarak bu, bazen halktan uzaklaşmış, soyutlaşmış ve idealleştirilmiş bir iktidar tahayyülünün de görsel temsili halini aldı.
Siyaseten mavi, bazı coğrafyalarda özgürlük, bazılarında ise düzenin temsili oldu. Amerika’da Demokrat Parti’nin rengi mavi iken (liberal sol), Avrupa’da merkez sağ partilerle özdeşleşti. Türkiye gibi ülkelerde ise, hem milliyetçi hem muhafazakâr hem de zaman zaman laik-seküler sembollerle ilişkilendirildi. (örneğin gök mavisi ülkücü hareket, AK Parti’nin mavi zeminli amblemleri veya CHP’nin zaman zaman maviyi kullanması gibi). Bu çoklu kullanım, mavinin ideolojik pozisyonunun kırmızıya kıyasla daha “esnek” ve içerik açısından “dolguya açık” bir renk olduğunu gösterir.
Yeşil
Tarihsel olarak yeşil, ilk ve en köklü bağını doğayla kurdu. Antik çağda yeşil, doğrudan pigment olarak elde edilmesi zor renklerden biriydi. Doğal yeşil boyaların solmaya yatkın oluşu, bu rengi uzun süre sembolik olarak değil, daha çok doğrudan doğa üzerinden algılanır hale getirmişti. Ancak tam da bu doğallığı sayesinde, yeşil hep kendiliğindenliğin, yapaylıktan uzak bir varoluşun rengi oldu.
Orta Çağ Avrupa’sında yeşil, kırsal yaşamı, tarımı ve bereketi simgeliyordu. Bu anlamıyla sarayın değil, köylünün rengiydi. Bahar mevsiminin gelişi, hasat zamanının bolluğu ve doğal döngülerin sürekliliği, yeşil ile temsil ediliyordu. Köylülerin giysilerinde ve bahar ritüellerinde sıklıkla kullanıyordu. Pagan geleneklerde ise yeşil, toprağın doğurganlığına adanmış tanrı ve tanrıçaların simgesiydi.

Ancak zamanla, modernleşmenin doğadan kopuşu beraberinde getirmesiyle, yeşil bu kaybın da simgesi haline geldi. Yeşil artık yalnızca doğanın değil; doğaya dönme arzusunun, bozulmuş ekosistemlere karşı duyulan özlemin ve direnişin de rengiydi.
Bu bağlamda, 20. yüzyılın sonlarına doğru şekillenen çevreci siyasal hareketlerin yeşili sahiplenmesi kaçınılmaz oldu. Almanya’da 1980’lerde kurulan Yeşiller Partisi (Die Grünen), yalnızca çevre ve sürdürülebilirlik politikalarıyla değil, aynı zamanda nükleer karşıtı duruşu, feminist ve barış yanlısı söylemleri ve sosyal adaleti önceleyen politikalarıyla sistem karşıtı bir alternatif olarak yükselerek yeşili doğanın sömürülmesine karşı kolektif bir direnişin simgesi haline getirdi.
Yeşil, burada yalnızca bir doğa sembolü değil, aynı zamanda yeni bir siyasal tahayyülün — merkeziyetçilik karşıtı, çoğulcu, yerel ve sürdürülebilir bir yaşam biçiminin — rengi olarak belirdi. Bugün Avrupa’nın pek çok yerinde “Yeşiller” partileri iklim kriziyle mücadelede ana aktör konumundalar ve yeşil artık alternatif siyaset arayışını, merkez-iktidar yapılarından kopuşu ve toplumsal dönüşüm taleplerini de içeren küresel bir “ekopolitik sembol” halini almış durumda.
Karbon nötr politikalar, sürdürülebilir kentleşme, döngüsel ekonomi ve ekolojik yurttaşlık gibi kavramların hepsi, yeşilin taşıdığı anlam katmanlarının güncel versiyonları.
Diğer yandan modern dünyada yeşil, siyasal sembolizmin en çok dönüşüm geçirmiş renklerinden. Çünkü yeşil, sadece seküler çevre hareketlerinin değil, aynı zamanda İslam dünyasının kutsal renklerinden de biri.
İslam dünyasında yeşilin önemi oldukça derin ve çok yönlü. Hz. Muhammed’in yeşili sevdiği, yeşil giysiler giydiği ve yeşil örtülerin kullanıldığına dair rivayetler, bu rengin İslam kültüründe kutsiyet kazanmasına neden oldu. Kur’an’daki cennet tasvirlerinde dahi yeşil örtüler, bahçeler ve nehirler sıkça geçer. Bu manevî anlam yüklemesi, yeşilin İslam ülkelerinin bayraklarında sıkça yer almasına yol açtı: Suudi Arabistan, Pakistan, Cezayir, İran, Bangladeş gibi ülkelerin ulusal sembollerinde yeşil renk, İslam kimliğinin bir göstergesi olarak kullanıldı.
Tasavvuf geleneğinde de yeşil, kalbin saflığını, ruhun dinginliğini ve hakikatin nurunu temsil ediyordu. Mevlevi geleneğinden Bektaşi dervişliğine kadar birçok sufî tarikatın sembolizmine yeşil rengin işlenmesi, onu ruhsal bir derinliğin taşıyıcısı yaptı.
Ancak bu manevî temsilin ötesinde, yeşil İslam coğrafyasında bazen de reformun ve direnişin sembolü haline geldi. Bunun en çarpıcı örneği, 2009 yılında İran’da gerçekleşen seçim protestolarında görüldü. “Yeşil Devrim” olarak anılan bu hareket, dönemin reformcu adayının kampanya rengi olan yeşili bir özgürlük ve demokrasi simgesine dönüştürdü. Tahran sokaklarını kaplayan yeşil bayraklar, bileklikler ve flamalar, yalnızca bir politik tercihi değil; totaliter yapıya karşı direnişi, sivil haklar talebini ve gençliğin değişim arzusunu temsil etti.
Psikolojik olarak yeşil, umut ve huzur çağrışımı yapar. Doğal döngülerin, mevsimlerin, büyümenin ve iyileşmenin rengi olarak bilinçdışı düzeyde insanlarda güven hissi yaratır. Bu nedenle tıbbi alanlarda, bekleme salonlarında ve kamu hizmeti veren alanlarda yaygın olarak tercih edildi. Ancak aynı zamanda yeşil, kararsızlık, denge arayışı ve iki uç arasında salınım gibi anlamları da bünyesinde taşımakta.
Ne tam sıcak ne de soğuk bir ton olan yeşil, geçişin ve dönüşümün rengi gibi. Bu geçiş hali, onun politik kullanımlarında da gözlemleniyor: Hem köklü geleneklerle bağ kuruyor, hem de geleceğe dair umut içeriyor. Hem maneviyatın hem de modern aktivizmin içinde bir köprü gibi uzanıyor. Bu çelişki ise, yeşilin doğrudan ideolojik sabitlikten uzak bir renk olduğunu gösteriyor. Kırmızı devrimle, mavi düzenle anılırken, yeşil çoğunlukla bir arayışın, uyumun, alternatifin rengi olarak karşımıza çıkıyor.
Sarı
Sarı ise hem aydınlığın hem aldatıcılığın, hem neşenin hem de tehlikenin rengi olarak tarih boyunca çok farklı şekillerde konumlandı. Bu yönüyle belki de en “ikircikli” renklerden biri.
Bir yanda güneşi, ışığı, bilgeliği çağrıştırırken diğer yanda parlaklığın arkasında zamanla biriken karanlık gölgeleri simgeledi: ihanetin lekesi, dışlanmışlığın etiketi ve hatta politik uyarıların tonu oldu.
Sarı, bir yandan görünürlüğün rengidir: dikkat çeker, alarm verir, sahneyi aydınlatır. Diğer yandan ikiyüzlülüğün, riyanın ya da kendini olduğundan farklı gösterme çabasının da rengidir. Bu çift yönlülük onu son derece ideolojik bir araç haline getirdi.
Antik dünyada sarı çoğunlukla “altın”la özdeşleştirilirdi. Güneş tanrısı Apollon’un ışığı, Çin imparatorlarının sarı ipekleri ve Mısır’da Ra’ya atfedilen parlak renkler… Hepsi sarının tanrısal, iktidarsal bir anlam taşımasına neden oldu. Çin’de uzun süre sarı yalnızca imparatorlar tarafından giyilebildi; çünkü bu renk ilahi güçle ve göksel meşruiyetle ilişkilendirilmişti.
Ancak Batı’da, özellikle Orta Çağ’da işler değişmeye başladı. Sarının parlaklıkla aldatıcılık arasında salınan doğası fark edildi. Hristiyan ikonografisinde Yahuda İskariot, yani İsa’ya ihanet eden havari, sarı giysiyle resmedilmeye başlandı. Böylece sarı, ihanetin, şüpheciliğin, hatta ahlaki düşkünlüğün sembolü haline geldi. Bu dönemden itibaren hem dikkat çeken hem de “dikkat edilmesi gereken” bir renk olarak tanımlandı.
Tarihin en karanlık dönemlerinden biri olan 20. yüzyılın ortasında ise, sarı, bambaşka ve trajik bir sembolizme büründü. Nazi Almanyası’nda Yahudilere sarı Davut Yıldızı takma zorunluluğu getirildi. Bu uygulama, yalnızca bir ayrımcılık biçimi değil; renk yoluyla bir kimliğin damgalanmasıydı. Sarı burada artık ne ışık ne neşe taşıyordu; aksine tecrit, ötekileştirme ve sistematik şiddetle anılmaya başlandı.
Bu bağlamda sarı, politik sembolizmin ne kadar güçlü ama aynı zamanda ne kadar “zehirli” kullanılabileceğini gösterir. Renk aracılığıyla bir halkın düşmanlaştırılması, sarının görsel hafızamızdaki yerini derin biçimde etkiledi.
Bugün sarı, çok çeşitli siyasi bağlamlarda yeniden yorumlanıyor. Uyarı ve dikkat çekme gücü, onu protesto ve direniş hareketlerinin sembolü haline getirdi.
Örneğin:
1986 yılında Filipinler’de gerçekleşen Halk Gücü Devrimi’nde (People Power Revolution), yıllarca süren Marcos diktatörlüğüne karşı örgütlenen halk hareketi, sarı kurdeleler ile simgeleşti.
Fransa’daki Sarı Yelekliler (Gilets Jaunes) hareketinde ise alt sınıfların görünürlük talebini simgeledi. Sarı, burada bir uyarıdan çok, bir “görünme hakkı”na dönüştü.
Hong Kong’daki 2014 “Şemsiye Devrimi” sürecinde de sarı şemsiyeler hem barışı ve sistem karşıtı bir direnişi temsil etti hem de devlet şiddetine karşı savunmasızlığın ve cesaretin bir metaforuna dönüştü.
Hindistan’da ya da Latin Amerika’da tarıma dayalı toplumsal hareketlerde ise, sarı genellikle ürün bereketi, toprakla bağ ya da emek sembolü olarak kullanılmakta.
Bununla birlikte bazı ülkelerde liberal politik eğilimleri ifade etmek için de sarı tercih edildi. Örneğin Japonya’da bazı liberal ve merkez partiler, sarıyı hem umut hem de yenilik anlamında kullandılar.
Aynı zamanda sarı, çocukluk, oyun, neşe ve hatta komiklik gibi temalarla da ilişkilendirildi. The Simpsons, SpongeBob gibi kültürel ikonlar sarıydı. Çünkü sarının gözle en çabuk fark edilen renklerden biri olması görsel hafızaya kazınan ama ciddi olmayan bir etki üretiyordu.
Bu yönüyle sarı, siyasetçilerin bilinçli olarak mesajlarını yumuşatmak ya da daha halkçı bir ton yakalamak amacıyla tercih ettiği renklerden biri oldu.
Avrupa’da liberal ideolojiler: Almanya’da FDP (Hür Demokratik Parti), Birleşik Krallık’ta Liberal Demokratlar, Fransa’da bazı merkez-sağ partiler sarıyı özgürlükçü, bireyci ve reformcu değerlerin sembolü olarak kullandı. Bu partiler için sarı, neşeli ve ilerici bir politik mesajın taşıyıcısıydı.
Turuncu
Turuncu, modern politik sembolizmde özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren güçlü bir sembol haline geldi ve devrimlerden sosyal hareketlere kadar birçok bağlamda kullanılmaya başlandı. Görünüşte sıcak, davetkâr ve canlı bir renk olan turuncu, politik alanda umut, değişim arzusu ve halk hareketlerinin enerjisiyle özdeşleşti.
Turuncu, psikolojik olarak canlılık, yaratıcılık ve coşku uyandırır. Politik simge olaraksa bu özellikleri, özellikle toplumsal değişim talebiyle birleşti. Turuncu, “aşırılığın değil, dönüşümün” rengi gibi göründü: Kırmızının isyanıyla sarının iyimserliği arasında bir yerde durdu.
Turuncunun en belirgin politik anlam kazanımı, 2004 yılında Ukrayna’da gerçekleşen “Turuncu Devrim” ile oldu. Miting alanlarında dalgalanan turuncu flamalar, atkılar, kurdeleler ve şapkalar, kısa sürede bir direniş estetiğine dönüştü. Bu hareketin küresel etkisi, diğer halk ayaklanmalarında da turuncunun benzer bir direniş sembolü olarak benimsenmesine zemin hazırladı.
Turuncu, bazı ülkelerde liberal-merkez veya ılımlı muhafazakâr partiler tarafından benimsendi. Özellikle Hollanda’daki Demokrat 66 (D66) gibi partiler, turuncuyu değişime açık ama radikal olmayan reformların sembolü olarak kullandılar.
Aynı şekilde Kanada’da Yeni Demokrat Parti (NDP) gibi sosyal demokrat hareketler de turuncuyu hem umut hem de halkçı temsiliyetin rengi olarak benimsedi.
Turuncu, bazı kültürel coğrafyalarda ise politik anlamını dini sembollerle iç içe kazandı. Özellikle Tayland gibi Güneydoğu Asya ülkelerinde, Budist keşişlerin giydiği safran rengi cüppeler, politik gösterilerde sembolik anlamlar yüklenerek protestolara dahil edildi. Tayland’daki bazı reform hareketlerinde, turuncu tonda kıyafetler, hem inanca hem de değişim arzusuna atıfla kullanıldı.
Bu bağlamda politik protestolarda turuncu giyenler, görünür olma arzularını doğrudan bu metafor üzerinden kurdular: “Tehlike altındayız ama görünürüz; buradayız, değişim istiyoruz.”
Turuncu, bu yönüyle kırmızı kadar agresif, beyaz kadar edilgen değildi. Politik sembolizmde turuncu, sistemin tam karşısında değil ama onun dışında bir umut arayışının işaretiydi. Devrim değilse bile dönüşümün rengiydi.
Mor
Siyasi ve kültürel sembolizm bağlamında mor, belki de en zengin ve çok yönlü renklerden biri. Tarih boyunca asaletin, gücün, ruhaniyetin ve eşitlik mücadelesinin simgesi olan mor; hem kralların hem de radikal feministlerin bayrağında kendine yer buldu.
Mor, modern politik sembolizmde özellikle “feminist” hareketin rengi olarak öne çıkar. Tarihsel olarak aristokrasiyle bağdaştırılsa da 20. yüzyıldan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliği, queer hareketler ve alternatif siyaset alanlarında kullanılan dönüştürücü bir simgeye dönüştü.

Antik dünyada mor, nadirliği nedeniyle büyük bir değere sahipti. Fenike’de üretilen “Tir moru” (Tyrian Purple), binlerce deniz salyangozundan elde ediliyordu ve yalnızca imparatorlar ve yüksek sınıflar bu rengi giyebiliyordu. Bu durum, moru uzun süre boyunca güç, zenginlik ve otoriteyle ilişkilendirdi.
Orta Çağ Avrupa’sında ise mor, hem dini hiyerarşide hem de kraliyet törenlerinde ayrıcalıklı bir yer edindi. Hâlâ birçok Katolik kardinalin cüppesinde, Anglikan piskoposlarında ve devlet törenlerinde bu miras sürdürülür.
Mor, sadece dünyevi değil, aynı zamanda mistik ve ruhani anlamlar da taşıdı. Hinduizm ve Budizm’de, mor genellikle taç çakra ile ilişkilendirildi; yani bilgelik, farkındalık ve ruhsal uyanışın simgesiydi. Bu bağlamda mor, politik arenada da farkındalık, dönüşüm ve bilinçli eylem gibi kavramlara sembolik bir zemin sundu.
20. yüzyıldan itibaren eşitlik ve hak arayışı ile bambaşka bir anlam kazandı. 1900’lerin başında İngiltere’deki Süfrajet hareketi (kadınların oy hakkı mücadelesi), mor, beyaz ve yeşili kullanarak hem görsel bir birlik hem de sembolik bir mesaj oluşturdu. Burada mor kadın gücünü ve özgüveni, beyaz saflığı, yeşil ise umut ve yenilenmeyi temsil ediyordu.
Feminist yürüyüşlerde kullanılan mor dumanlar, şallar, bayraklar, kolektif bir görünürlüğün ve tarihsel hafızanın taşıyıcısı oldu. Latin Amerika’daki kadın cinayetlerine karşı gelişen Ni Una Menos hareketinde ise öfke ve yasın kolektif sesi olarak yer aldı.
Günümüzde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü yürüyüşlerinde sıkça rastlanan mor flamalar, dövizler ve giysiler, bu tarihi referansı yaşatmaya devam ediyor. Mor artık sadece bir estetik seçim değil, patriyarkaya karşı kolektif bir direnişin rengi.
Bazı ülkelerde ise mor, politik kutupları aşan bir denge arayışını temsil eder hale geldi. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde “kırmızı” (Cumhuriyetçiler) ve “mavi” (Demokratlar) eyaletlerin ortasında kalan “mor eyaletler”, iki ideolojinin çatışmasında uzlaşma ya da belirsizlik bölgesi olarak tanımlanır.
Morun bu birleşimsel doğası, bazı yeni siyasi hareketler için eski ideolojik kalıpların dışında düşünme iddiasını yansıtıyor. Ne sağ ne sol; mor, bazen bu ikiliklerin ötesinde bir kimlik yaratma çabası olarak ortaya çıkıyor.
Bu açıdan mor, renkler içinde belki de en “paradoksal” olanı. Hem soylu hem radikal, hem geleneksel hem de devrimci. Siyasette kullanımı ise, bu çelişkileri barındırma ve dönüştürme becerisinden güç alıyor. Mor, geçmişin ağırlığı ile geleceğin umudu arasında bir köprü oluyor. Bazen bir sokağın köşesinde, bazen bir sarayın duvarında, bazen de bir direnişçinin elinde görünüyor.
Siyah
Siyah, politik semboller dünyasında en keskin karşıtlıkları içinde taşıyan renk. Bir yandan güç, otorite ve düzen ile özdeşleşirken, öte yandan direniş, karşı çıkış ve kaos imgelerini bünyesinde barındırıyor. Bu yönüyle politik anlatıların hem kurucu hem de yıkıcı temsillerini taşıyan bir “karanlık ayna” gibi.
20. yüzyılın başlarında İtalya’da Benito Mussolini’nin önderliğindeki faşist milisler, “Siyah Gömlekliler” (Camicie Nere) adıyla anılıyordu. Siyah burada, disiplin, baskı ve otoritenin görsel simgesi halide geldi.
Aynı dönemde Almanya’da Nazi SS birliklerinin de siyah üniformalar giymesi, bu rengin faşist estetikle olan bağını daha da kuvvetlendirdi. Totaliter rejimler için siyah, hem korku hem de kudret yaratmanın bir aracı oldu.
Ancak siyah yalnızca baskının değil, başkaldırının ve isyanın da rengi. Özellikle anarşist hareketler, siyah bayrakla özdeşleşmiş ve bu renk aracılığıyla devlete, hiyerarşiye ve otoriteye karşı sistematik bir reddiyeyi simgelemişlerdi. Siyah bayrak, burada bir boşluk ya da hiçbir otoriteye boyun eğmeme halini temsil etti — ne bir ulus ne bir lider ne de bir yapı. Bu anlamda siyah, devletin varlığını bile reddeden en radikal politik pozisyonun görsel ifadesi oldu.
Ayrıca bazı protesto hareketleri — örneğin Black Bloc gibi — siyah giyinmeyi bir taktik olarak kullandı. Bu kolektif siyah kostüm, kimliği gizlemekle kalmadı; aynı zamanda grubun ortak öfkesini, sistem karşıtı birliğini ve görünür bir tehdit oluşturma iradesini temsil etti.
Bu açıdan siyah aynı zamanda dinsel fanatizmin ve radikal ideolojilerin de simgesine dönüştü. Özellikle 21. yüzyılın başından itibaren El-Kaide ve ardından IŞİD (DEAŞ) gibi radikal İslamcı terör örgütleri, genellikle üstünde Kelime-i Tevhid yazılı beyaz Arapça harflerle süslenmiş siyah zeminli bayrağı kullanarak kendilerine dini meşruiyet atfetmeye çalıştı. Bu bayraklar İslam’ın erken döneminde, özellikle Hz. Muhammed’in bazı savaşlarında kullanılan “raya” adı verilen siyah sancağa atıfla kurgulanmıştı. Ancak zamanla tarihsel bağlamından koparılarak, ölüm ve kutsallık adına terörü simgelemeye başladı.

Siyah renk, sadece otoriteye veya sisteme karşı bir başkaldırı değil, aynı zamanda teokratik ve mutlakiyetçi bir düzeni dayatma iddiası da taşıyor. Bu örgütlerin siyahı seçmesi, bilinçli bir “karanlığın estetiği” tercihi olduğu kadar, ölüm, mutlak bağlılık ve sorgusuz itaat gibi mesajları da içeriyor.
Böylece siyah; bir yanda anarşist özgürlükçülüğü, bir yanda faşist otoriteyi, diğer yanda ise dini fanatizmi ve terörü aynı potada eritebilen belki de en uç politik renk. Anlamları keskin ve çarpıcı. Siyahın her kullanımı, ya düzeni kurmak ya da düzeni tamamen yok etmek niyetini ima ediyor. Bu yüzden de politik sembolizm açısından hem en çok korkulan hem de en çok dikkat çeken renklerden biri.
Beyaz
Beyaz genellikle barış, saflık ve pasif direnişle ilişkilendirilir. Kadın hakları hareketlerinde ve sivil protestolarda da beyazın kullanımına sıkça rastlanılır. Ancak bazen beyazın “sessiz iktidar” ya da “görünmeyen normalliğin” temsilcisi olduğu da söylenir.
Beyaz çoğu zaman “nötr”, barışçıl ya da kutsal gibi algılansa da, politik tarih içerisinde oldukça güçlü, çelişkili ve simgesel anlamlar taşıdı.
Beyaz; birçok kültürde temizlik, saflık, barış ve masumiyet gibi olumlu kavramlarla özdeşleşti. Ancak bu görünürdeki “masumiyet”, politik sembolizmde çok katmanlı anlamlara evrildi. O, hem barışın hem de teslimiyetin rengi oldu.
Antik savaşlardan günümüze kadar, beyaz bayrak, düşmanın teslim olduğunu veya müzakere teklif ettiğini simgeledi. Bu kullanım, beyazın “silahsızlık” ve “çatışmasızlık” anlamlarını pekiştirdi. Ancak teslimiyetin rengi olması, onu aynı zamanda güçsüzlüğün ya da boyun eğmenin de simgesi hâline getirdi.
Beyaz, 20. yüzyılın başlarında Rus İç Savaşı sırasında çok daha farklı bir anlam kazandı. Bolşevik Kızıllar ile savaşan Çarlık yanlısı güçler, kendilerini “Beyaz Ordu” olarak tanımladılar. Beyaz burada saflık değil, monarşik düzeni, geleneksel otoriteyi ve statükoyu koruma arzusunu simgeledi.
Benzer biçimde, “Beyaz Terör” ifadesi, tarihsel olarak karşı-devrimci şiddeti tanımlamak için kullanıldı. Bu bağlamda beyaz, devrimsel değişimlere karşı duran güçlerin rengi olarak reaksiyoner bir statüko simgesine dönüştü.
Öte yandan, beyaz renk özellikle kadın hakları hareketlerinde çok güçlü ve pozitif bir sembol oldu. 20. yüzyılın başında İngiltere ve ABD’de faaliyet gösteren süfrajetler, mitinglerde ve yürüyüşlerde beyaz giysilerle görünmeyi tercih ettiler. Bu tercih, onların “ahlaki üstünlük” ve “barışçıl mücadele” mesajı vermelerinin bir yolu oldu.
Bugün hâlâ bazı kadın protestolarında –örneğin Latin Amerika’da femicid protestolarında veya Belarus’taki kadınların öncülüğündeki gösterilerde– beyaz kıyafetler, hem protesto hem de barış mesajı vermek için kullanılıyor.
Modern siyasette ise beyaz, birçok merkez veya liberal partinin “temiz siyaset”, “şeffaflık” ve “birleştirici” söylemleriyle özdeşleştirildi. Bazı ülkelerde bağımsız adaylar ya da partiler, herhangi bir ideolojik uçtan ziyade “arabulucu” veya “tarafsız” bir pozisyonu temsil etmek için beyaz renkli logolar veya bayraklar kullandılar.
Ayrıca beyaz, uluslararası barış çabalarının da sembolü oldu. Örneğin Birleşmiş Milletler barış gücü askerleri, tanınmaları için beyaz bereler veya beyaz zırhlı araçlar kullanırlar.

Beyaz renk, bu çelişkili kullanımlarıyla politik sembolizmde eşsiz bir yere sahip. Bir yandan barış, umut ve masumiyet anlamlarını taşırken; diğer yandan otoritenin, teslimiyetin ve hatta karşı-devrimciliğin simgesi olabiliyor.
Tıpkı siyah gibi beyaz da uçlarda dolaşıyor ama bunu çok daha yumuşak, görünmez ve hatta “temiz” bir yüzle yapıyor. Beyaz, en çok üstünü örttüğü şeylerle anlam kazanıyor: görünmez kıldığı suçlar, susturduğu sesler ve bastırdığı öfkelerle…
Sonuç Yerine: Renk Körü Olmamak
Özetle renkler tarih boyunca ideolojiler, siyasi hareketler ve devletler tarafından “güçlü semboller” olarak kullanıldı ve siyasal iletişimde ustaca araçsallaştırıldı.
Onlar kolektif hafızanın, kültürel kodların ve ideolojik yönelimlerin taşındığı derin sembolik araçlar. Onlar siyasetin gizli dili ve asla tarafsız değiller.
Renkler; aidiyet, korku, umut ve direniş gibi duyguları görünür kılar. Bayraklar, logolar, miting alanları bu yüzden birer “renk tiyatrosu” gibidir. Bu nedenle de duyguların bir “oyun alanı” olarak politikada çok etkin kullanılır.
Bugün sosyal medya algoritmaları bile hangi rengin daha çok etkileşim aldığını hesaplıyor. Bu da gösteriyor ki, renk seçimi bir estetik tercih değil, stratejik bir karar haline gelmiş durumda.
Politik okuryazarlık, yalnızca yazılı metinleri değil, sembolleri de okuyabilmeyi gerektirir. Renklerin söylemsel gücünü anlamak, onların taşıdığı politik yükleri fark edebilmek, günümüz siyasetini daha derinlikli kavrayabilmenin bir yolu.
Umarım bir dahaki sefere bir partinin logosuna, bir mitingde dalgalanan bayrağa ya da bir protesto afişine baktığınızda… bi durup düşünürsünüz:
Bu renk bana ne anlatıyor? Bana ne hissettirmeye çalışıyor?